İnkişaf
İlmî dergicilikte yeni bir soluk

İnkişaf

Bediüzzaman, diyalog ve misyonerliğe dair mülahazalar

Mustafa ÖZCAN

Bediüzzaman’ın eski arkadaşlarından İstanbul Medresetü’n-Nuvvab’ı pekiyi derecede bitirmiş olan ve son devrin Irak İmamı olarak adlandırılan Emced Zehavi, asrımızda İslâm düşmanlarını tadat ederken bilhassa üç cereyan üzerinde durur. Komünizm, misyonerlik, Siyonizm ve masonluk. Komünizm zamanın hükmünün icrasıyla ortadan kalkmış, geriye iki tehlike kalmıştır. Siyonizm ve misyonerlik. Siyonizm tahtında masonluğu da zikretmemiz icap eder. Diğeri de bir nevi modern haçlılık ruhu olan misyonerliktir.Bediüzzaman’ın arkadaşı Emced Zehavi, misyonerliği bir tehlike addetmesine rağmen neden Bediüzzaman muvakkaten de olsa misyonerlerle ihtilaflı meseleleri bir kenara bırakmaktan ve onlara ilişmemekten bahsediyor. İhlas Risalesi’ndeki haşiyelerden birisinde şöyle der: “Hatta, hadis-i sahihle, ahir zamanda İsevilerin hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileriyle dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar.”1

Bu ifadeleriyle Bediüzzaman onları dost kategorisine mi sokmaktadır? Aslında mesele, bazı nurcular dâhil, insanların Risale-i Nurları yanlış anlamalarından ileri gelmektedir. Bediüzzaman’ın muvakkat ve geçici kaydıyla ifade ettiği bazı hususlar kimi nurcular tarafından bağlamının dışında mütalaa edilmektedir. Geçiciliğinden çıkarılarak bazı istisnalar kalıcı hale getirilmiştir. Halbuki hukukun birinci kuralı, ‘istisnai şartlar kalktığında eski statü avdet eder’ kuralıdır. Bunun bir başka ifade tarzı da şudur: Bir özür için caiz olan şey ol özrün zevaliyle batıl olur. Bunun bir başka ifadesi de şudur: Sıfat-ı arızada asıl olan ademdir. Bir de zaruretler miktarı kadar tayin edilir, onun dışına çıkılmaz.2 Kavaid-i külliye budur. Bediüzzaman’ın bir şer’i asla bağlı olan tahsis veya takyidi tamim ediliyor. Âmm, yani genel hüküm mutlaklaştırılıyor. Yine bazı umumiyat nevinden olan ifadeleri şartlar dikkate alınmaksızın mutlaklaştırılıyor ve bu yolla bağlamının ve hakikatının dışına çıkartılıyor. Bazı temenni ve beklentiler şartlar yerine gelmediği halde öyleymiş gibi değerlendiriliyor. Böylece hakikat bir vadiye, Bediüzzaman’ın görüş ve ifadeleri de başka bir vadiye akıyor. Burada Bediüzzaman’ın görüşlerini hem kaynaklarla ve hem de şartlarla mukabele etmek ve karşılaştırmak gerekir. Bunun için tevsik ve ta’sil’a (yani ifadeleri onun tabiriyle mihenge vurmak iktiza ediyor) başvurmak gerekiyor. Sözgelimi, ABD ve bazı Avrupa ülkeleriyle ilgili genel ifadeleri mutlaklaştırılarak bugün gelinen nokta gözardı ediliyor. Böylece Bediüzzaman’ın bu hususlardaki bazı iyi niyet dilekleri bağlamından koparılarak yanlış bir okuma sonucu ve asıllarıyla da mukabele etmeden falan feşmekan devletlerin hesabına geçiriliyor. Böylece isabetli bir şekilde yorumlanamayan Bediüzzaman’ın görüşleri sözkonusu ülkelerin mezalim ve dalalatını meşrulaştırmak ve onlara perde yapmak için kullanılıyor. Bediüzzaman’ın sözleri hakikate perde yapılıyor. Halbuki bu ülkelerle ilgili hüküm, temennilere değil, şartlara ve uygulamalarına bağlıdır. Nitekim, Bediüzzaman Bağdat Paktı’na İttihad-ı İslâm’ın çekirdeği ve basamağı gözüyle bakmış ama daha sonra bu değerlendirmesinin erken bir değerlendirme olduğu kanaati pekişmiştir. Zaman aynasında hakikat ortaya çıkmıştır. Zira pakt, beklediği gibi çıkmamıştır. Müteharrik bizzat olmayıp arkasında İngiltere ve ABD gibi ülkeler vardır ve bunlar katiyetle o devirde ve bu devirde kendi namlarına olmayacak bir İttihad-ı İslâm’ı istemiyorlardı ve istemiyorlar.

Halbuki bazı nurcular hala istediklerine inanıyorlar. Bediüzzaman’ın bu meyandaki ifadeleri şöyledir:

“Şimdi milletin arzusuyla şeair-i İslâmiyenin serbestiyetine vesile olan demokratlar, hem mevkilerini muhafaza, hem vatan ve milletini memnun etmek çare-i yeganesi, ittihad-ı İslâm cereyanını kendine nokta-i istinad yapmaktır. Eski zamanda ingiliz, fransız, amerika siyasetleri ve menfaatleri buna muarız olmakla mani olurdular. Şimdi menfaatleri ve siyasetleri buna muariz değil. Belki muhtaçtırlar…”

Emirdağ Lahikası’ndaki ikinci ifadesi de aynı meyandadır:

“Eskiden hıristiyan devletleri bu ittihad-ı İslâm’a taraftar değildiler. Fakat şimdi komünistlik ve anarşistlik çıktığı için, hem amerika, hem Avrupa devletleri Kur’an’a ve İttihad-ı İslâm’a taraftar olmaya mecburdurlar…”

Mecbur oldukları dönemde bile onların, İttihad-ı İslâm taraftarlıkları yeşil kuşak projesi sınırlarını aşamamıştır. Dolayısıyla meseleyi bu merkezde anlamalıyız. 23 Temmuz 2024 tarihinde Irak Hizb-i İslâm Partisi Genel Başkanı Muhsin Abdulhamid ile görüştük. Kendisi hem İhvan ekolüne bağlı hem de Risale-i Nurları gayet iyi biliyor. O görüşmemizde özelde ABD’nin ve umum olarak batılı ülkelerin İslâm birliğini istemediklerini ifade etti. Muhsin Abdulhamid Bediüzzaman’a muarız değil bilakis taraftar birisi. Buna rağmen Batı’nın İttihad-ı İslâm’a taraftar olmadığını kendi müşahedatıyla dile getiriyor. Bırakın taraftar olmak, her fırsatta ve de özellikle Soğuk Savaş’ın ardından İslâm dünyasının daha da parçalanması için ellerinden ne geliyorsa yapıyorlar.

Bu nedenle Bediüzzaman’ın da istediği gibi Risaleleri bağlamına göre okuma zarureti doğmuş oluyor. Bu manada Risale-i Nurlarda geçen misyonerlerle muvakkat ve geçici musalaha ve uzlaşma meselesi bağlamından koparılıyor ve bağlamı bağlamsız hale geliyor ve alanı genişletiliyor. Uygulamada metnin dışına çıkılıyor ve ziyade ale’n-nas (metne ilave) yapılıyor. Bu sapmanın temel nedeni, bazı Nurcularla Risale-i Nurlar arasındaki ilişkinin sağlam bir zemine ve temele dayanmamasıdır. Risale-i Nur bir burhan mesleğidir. Bu şu demektir: İslâm, Risale-i Nur’u bağlar, Risale-i Nur İslâm’ı bağlamaz. Ve bu manada Risale-i Nur, İslâm’ın hakaikını isbata adanmış bir çalışma ve meslektir. Dava değil, burhandır. Risale-i Nur isbat mesleğidir, ibtida mesleği (yeni ve indi hüküm koyma) değildir. Hatta Bediüzzaman ehl-i bid’at’ın Risale-i Nur’a taraftar ve mensup olamayacağını söyler. Muvakkat musalahanın mahiyeti dinin özünü değiştirmek değil, iki tarafın da maslahatına ve dinsizliğin zararına çalışmaktır. Muvakkat musalahanın illet-i gaiyyesi, Soğuk Savaş döneminde dinsizliğe ve anarşizme ortak mukabelesidir. Gaye ve illet, dinin dine karşı kullanılması değil (misyonerliğin yaptığı gibi) dinsizliğe karşı ortak mukabeledir. Bu illet ve şartlar şuandaki gibi sakıt olur ve ortadan kalkarsa, kavaid-i külliyede ifade edildiği gibi eski statü/vaziyet avdet eder. ‘Bir illet-i gaiyyeye mübteni olan hüküm, o illetin intifası ile müntefi olur…’3

Soğuk Savaşa ve dinsizliğin muşahhas yüzü olan komünizme karşı ortak cephe şartlarının değişmesiyle düşmüş ve illet-i gaiyye sakıt olmuştur. Aksine kimi eski müttefiklerimiz mütecaviz düşman ve haçlı güruhu haline gelmişlerdir. Durum tam tersine inkılab etmiştir. Komünizm’in çökmesi ve Afganistan cihadı safahatı, ilişkilerde değişim ve başkalaşım süreci olmuştur. Afganistan cihadının son safhası geçiş dönemi idi. İttifaktan düşmanlığa geçiş. Ardından ABD Soğuk Savaşın ve hatta sıcak savaşın hedefini İslâm dünyası olarak belirlemiştir. Bu yeni saldırı furyasında veya Haçlı savaşında mızrak ucu taraf da, böğründe Haçlı ruhunu yaşatan Amerikan evanjelizmidir. Evanjelikler Amerikan idaresini daima Afganistan, Irak, İran ve Sudan’a karşı kışkırtmışlardır. Bu evanjeliklerin Amerika içinde ve dışındaki müttefikleri de Siyonizm ve onun beynelmilel müttefikleridir. Daha önce komünizmi Deccal olarak tavsif eden bu dini cereyan Komünizm’in çökmesiyle birlikte yerine İslâm’ı ikame etmiştir. Yazdıkları ve söyledikleri onca literatür meydandadır. Bu süreçteki dini edebiyatları bu gerçeğe fazlasıyla natıktır.

Bir kısım nurcular yeni döneme net bir teşhis koymakta zorlandılar. Karşı taraf İslâm dünyasına yönelik tavrını netleştirirken bizden bazı gruplar buna mukabelede zorlandılar. Bunun temel nedeni Risale-i Nurlar olmayıp onu anlama seviyesindeki yetersizliktir. Veya asli kaynaklarla yeteri kadar mukabele etmeme (Bediüzzaman’ın tabiriyle mihenge vurmama) karşılaştırmamadır. Kimi nurcular Risale-i Nurları tek yanlı ve edilgen olarak anlıyor ve algılıyor. Nurcularla Risale-i Nurlar arasında tek yanlı ve edilgen bir ilişki mevzubahistir. Halbuki olması gereken interaktif (mufaale) bir ilişkidir. Aynen ilk saf sahabiler arasındaki ilişki gibi. Sahabiler Hazreti Ömer’e (r.a.) ‘Yanlış yaparsan seni kılıçlarımızla düzeltiriz’ demişlerdir. Risale-i Nurları, kaynaklarından bağımsız anlamak mümkün değildir. Yoksa Nurların alanı daraltılmış ve camit hale getirilmiş ve hayatın dokusu dışına çıkartılmış olur. Her güzel şeyin bir illeti vardır. Bunlara karşı mutayakkız olmak gerekir. Bir şey esnekliğini kaybettiğinde kendini tekrar eder. Camit hale gelir. Risale-i Nurların anlaşılması dahi böyledir. Ve kıvamına dikkat edilmeyen her denklem bozulabilir. Bu durumda geride kuru bir iddia kalır. Buna mukabil, tetkik etmeden Nurcuların yaklaşımlarını Risalelere maledenler de zincirleme hataya düşüyorlar. Son sıralarda Fethullah Hoca’nın yaptıklarına yönelik muhalefet doğrudan doğruya Bediüzzaman ve Risale-i Nurlara yönelmiş durumda. Bunda haksızlık payı var. Risale-i Nurların ve müellifinin geniş daire-i şeriattan çıktığı ve kendi kafası doğrultusunda bir yol tutturduğu ve uydurduğunu ihsas ettiriyorlar. Halbuki Risale-i Nurları bir bütün olarak mütalaa ettiğimizde bu yaklaşımın apaçık yanlışlığını görürüz. İngiliz müstevlilere karşı Hutuvat-ı Sitte’yi kaleme aldığı gibi, dönemin Anglikan Kilisesi’nin şık olmayan yukarıdan bakıcı suallerine de en sert cevabı verenlerden birisi Bediüzzaman olmuştur. Şartlar onu gerektirmiş ve Bediüzzaman da gerekeni yapmıştır. Ve aynı şartlar günümüzde tekerrür ediyorsa aynı mukabele de geçerlidir.

Mütareke döneminde Bediüzzaman’ın da mensubu bulunduğu Daru’l-Hikmeti’l-İslâmiyye’ye dört sual sorulmuş idi. Daha doğrusu Anglikan Kilisesi Mr. Arthur Bouthwood aracılığıyla Şeyhü’l-İslâm Haydarizade’ye bir mektup göndermiş ve İslâm hakkında aydınlatıcı ve dörtbaşı mamur bir eser istemiştir. Dört suale azami otuz bin kelimelik bir cevap istiyorlardı. Daha sonra bu cevabın tavanını 50 bin kelimeye isal etmişlerdi. Daru’l-Hikme’nin dört heyet üyesi suallere karşı mufassal cevaplar yazmışlardı. İ. Hakkı İzmirli’nin cevabı Şeyhü’l-İslâm’lık tarafından uygun bulunmuştu. İzmirli İsmail Hakkı ile birlikte Mehmet Akif’in dostlarından Abdulaziz Çaviş de cevap verenler arasındaydı. Her ikisinin cevapları da ayrı ayrı yayınlandı. Bediüzzaman ise sezdiği kötü niyete mukabil tafsilatlı bir cevabı zaid görmüş ve hak ettikleri şekilde kısa ve müskit bir cevap vermişti. Bediüzzaman, işgal devresinde sınırlı kelimelerle suallere cevap verilmesi isteğini haklı olarak hakaret telakki etmiştir. Cevabı da bu doğrultuda olmuştur. Kısa cevabında hakarete hakaretle mukabele eder:

“Bir zaman bi-aman düşmanı, siyasi bir dessas, yüksekte kendini göstermek isteyen vesvas bir papazı desise niyetiyle, hem inkar suretinde hem de boğazımızı pençesiyle sıktığı bir zaman-ı elimde pek şematetkarene bir istifham ile dört şey sordu bizden. Altıyüz kelime istedi (Diğer rivayetlerde 30 bin kelime). Şematetine karşı: Yüzüne ‘Tuh’ demek. Desisesine karşı: Küsmekle sukut etmek, inkarına karşı da tokmak gibi bir cevab-ı muskit vermek lazımdı. Onu muhatap etmem…”4

Eskilerin tabiriyle ‘labisu libasi katrani ve hamili asayı şeytani’ suretindeki bu papazdan yüz çevirerek cevabını hakperest bir adama yöneltir. Bediüzzaman İslâm düşmanı Anglikan papaza cevap vermeye bile tenezzül etmezken daha sonra geçici dahi olsa misyonerlere ilişmeyin buyruğu arasında bir tezad yok mu? Hayır! Şart veya konum farkı var. Bu gibi mütebayin ve farklı durumlar için denildiği gibi, burada da şu hikmeti ezeli geçerlidir:

“LİKÜLLİ MAKAMIN MAKAL”

Her yere her makama dair ayrı bir söz vardır. Ebrar ile mukarrebinin makamlarının ve dahi bu makama ait sözlerin farklılığı gibi.

Bu iki farklı tutum ‘likülli makamın makal’ sözünün fehvası kapsamındadır.

GÜNÜMÜZDE MİSYONERLİĞE NASIL BAKILMALI ?

Bediüzzaman Risaleler’in bir yerinde sarahaten şimal cereyanına karşı misyonerlerle işbirliğinden bahsediyor. Bu konudaki açık ifadesi şöyledir:

“Misyonerler ve Hıristiyan ruhanileri hem nurcular çok dikkat etmeleri elzemdir. Çünkü herhalde şimal cereyanı İslâm ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak…”

Önceki ifadelerini de dikkate alarak şunları söyleyebiliriz. Bediüzzaman konjonktürün ve mevcut durumun haline bakarak ortak düşmana karşı ortak mukabeleden bahsediyor. Bu ortak düşman şimal cereyanıdır. Şimal cereyanı Osmanlı ve Türkiye’nin karşısında 200 yıllık amansız bir düşman ve rakiptir. Osmanlı döneminde şimal cereyanı II. Deli Petro zamanından beri Panslavizmin yayılma politikasıdır. Aslında bu politika Moskova Hanlığından ve Altınordu devletinin yıkılmasından beri güneye doğru sarkarak ve yayılarak ilerliyor. Bu şimal cereyanına karşı Batı politikası genelde hasta adamı destekleme, takviye suretinde gelişmiştir. Bunun sonucu Mehmet Ali Paşa’nın İstanbul’u tehdit etmesi sınırlandırılmıştır. Aynı doğrultuda, Kırım Savaşı’nda İngilizler ve Fransızlar Osmanlı’yı desteklemişlerdir. Ne zaman ki hasta adamdan ümit kesilmiş ve Osmanlı’yı destekleme politikaları yerini taksim anlaşmalarına bırakmıştır. Bunun sonucu Osmanlı’yı aralarında paylaşmak için Fransa, İngiltere ve Rusya, Sykes-Picot anlaşmasını imzalamıştır. 17 Ekim Bolşevik devrimiyle birlikte Çarlık Rusyası safdışı kalınca paylaşım anlaşması Fransa ve İngiltere arasında sınırlı kalmıştır. Cumhuriyet rejimi kurulduktan sonra da Churchill gibiler Türkiye’nin Rusya’ya karşı muayyen ölçüde denge unsuru olarak gücünü korumasından yana olmuşlardır. Stalin’in yayılma planları ve Türkiye’den üç vilayeti istemesi üzerine bu sefer Komünizm kisvesi altında şimal cereyanına karşı Batı ile işbirliği daha ciddi olarak gündeme gelmiştir. Bu işbirliği 1950’li yıllarda NATO’ya girmemizle sonuçlanır. İşte Bediüzzaman da aynı dönemlerde Hıristiyan ruhaniler ve misyonerlerle nurcular arasında işbirliğinden söz ediyor. Aynı dönemde Patrikhane ve Vatikan’la görüşmeler ve kitaplar teati edilmiştir. Komünizm açık bir dinsizlik propagandası ve anarşizm olduğu için Bediüzzaman bu cereyana karşı daha yakın gördüğü Hıristiyanlarla işbirliği yollarını araştırır. Bu açıktır ki, dine karşı dinin mukabelesi değil dinsizliğe karşı iki dinin ortak mukabelesidir. Dine karşı dini değil dinsizliğe karşı dinin kullanılması gerektiğini vazeder. Misyonerlik ise gücün bölünmesi olduğu gibi dinin dine karşı kullanılması ve dinsizliğin güç bulmasıdır. Yani Bediüzzaman’ın arzu ettiğinin tam tersidir. Bu tahlilden şunu çıkartabiliriz: Bediüzzaman misyonerliğin Müslümanlar arasında faaliyetlerini asla onaylamaz ve onaylayamaz. Böyle bir durum yoktur. “Çünkü herhalde şimal cereyanı İslâm ve İsevi dininin hücumuna karşı kendini müdafaa etmek fikriyle İslâm ve misyonerlerin ittifaklarını bozmaya çalışacak..” diyor. İşte misyonerlerin yaptığı da bu ittifakı bozmak ve şimal cereyanını kuvvetlendirmektir. Bununla birlikte, 1990’larda dünya ahvali tamamen değişmiştir. SSCB’nin yıkılmasıyla 200 yıllık şimal cereyanı tehlikesi geçmiştir. Komünizm ve dinsizlik tehlikesi ise en azından şimalle ilgili olarak tamamen ortadan kalkmıştır. Bugün İslâm, Rusya’da Hıristiyanlıkla birlikte dört resmi dinden birisidir. Öyleyse buna bağlı misyonerlik ve Müslüman ittifakının lüzumu da ortadan kalkmıştır. İttifak için artık üçüncü taraf ortada olmadığına göre ilişkilerimizin rotasını üçüncü taraf değil tarafların kendi yaklaşımları belirleyecektir. Dolayısıyla istisnai dönem bitmiş ve eski statü avdet etmiştir ve bunu ilk uygulayanlar da onlar olmuştur.

Dolayısıyla yeni şartlar ışığında ittifakın geleceği onlara bağlıdır. İttifak olsa da olmasa da biz onlara tebliğle mükellefiz. Bazı nurcular Bediüzzaman’ın anılan sözlerinden dolayı Hıristiyanlara yönelik tebliğ faaliyetlerinden imtina ediyorlar. Halbuki Bediüzzaman Hıristiyanlık aslına avdet etmezse intifa ve yok olacağını söylemektedir. Aslına dönmesi ise İslâm kalıbı içinde mümkündür. Bunun için de kendi dinlerinin tashihinde Müslümanlara ihtiyaçları var. En azından İslâm’dan yardım almaları gerekir. Müslümanlar bu durumu çok ihmal etmişlerdir. Bediüzzaman’ın dostlarından Emced Zehavi bir itirafında şöyle demiştir: “Yıllardır fıkhi meselelerle uğraşıyorum. Onların dışına çıkamadım. Halbuki görevimin bir parçası da tebliğ faaliyetleri olmalıydı.”5

İslâm ve Hazreti Muhammed (S.A.V.) düşmanı olan evanjelikler bugün haçlılık ruhunu temsil etmektedir. Sudan, Irak ve Afganistan gibi hususlarda Bush’u müdahale için kışkırtanlar onlardır. Dünyadaki misyonerlik faaliyetlerinin en az yarısını da onlar deruhte etmektedirler. Misyonerlikleri saldırganlıkla iç içedir. Faaliyetleri işgalle başa baş gitmektedir. Oryantalizm emperyalizmin keşif kolu ise bu anlamdaki misyonerlik de pişdarı ve öncüsüdür. Evanjeliklerin ve Protestanların misyonerlik ağına sadece Müslümanlar değil aynı zamanda Katoliklik ve Ortodoksluk gibi diğer İsevi mezhepleri de muhataptır. Binaenaleyh teslisi, tebşir eden misyonerliği müsamaha ile karşılamak kabil ve mümkün olmadığı gibi İslâm’ın ruhuyla da çelişir. Bazıları meseleye hürriyetler ve mütekabiliyet açısından bakmaktadır. Meseleye böyle bakarak kendilerini avutanlar da azim hata içindedirler. Müslümanların Batı’da organize bir tebliğ faaliyetleri yoktur. Hatta kendi içinde yaptıkları tebliğ faaliyetleri de baskı altında tutulmakta ve mevcudu muhafazaya çalışmaktan öteye bir anlam ifade etmemektedir. Faaliyetlerinin azami sınırı kendi cemaatları içinde yaptıkları dini hizmetlerdir. Kaldı ki bu hususta da önlerine bin bir engel çıkartılıyor. Son sıralarda Filistin’deki direnişi övmeleri veya homoseksüelleri yermeleri yasaklanmıştır.

Mütekabiliyet meselesine gelince. Bu da yanlış bir teşhistir. Türkiye’de gayri müslim azınlıklara reva görülen hürriyet alanı Müslümanlardan daha ziyadedir. Buna rağmen Batılılar Müslümanlara yönelik kısıtlamaları değil misyonerlere yönelik kısıtlamaları dile getirmektedirler. Bu da bilinen tanımıyla çifte standarttır. Türkiye’de devlet katında da eşitlik yoktur. Eşitlik onlar lehine bozulmuştur. Bu durumda Müslüman dindarların mütekabiliyet istemeleri veya mütekabiliyet halinde olduğumuz yorumları gülünç olmaktan ötedir.

Dini açıdan mütekabiliyet istemek; Ehl-i kitap erkeklerin de Müslüman kadınlarla evlenebilmesini savunmak gibi bir şeydir. Bu münasebetle, mütekabiliyet isteği gayri vakii olduğu gibi meşru da değildir. Meşru ve gayri meşruun mütekabiliyetini savunmak gibi bir şeydir. Bunun İslâmi bir temeli elbetteki yoktur.

Evanjelikler bugün örtülü hatta açık bir şekilde Haçlı savaşının görünmez şövalyeleridir. Buna mukabil, Katolikliğe gelecek olursak… Şu bir gerçek ki II. John Paul döneminde II. Vatikan Konsili kararları üzerine çıkılamamış, bilakis gerileme vücuda gelmiştir. Gerileme alametleri belirmiştir. Bu bağlamda, NY Times yazarı Moran Dowd gibi kimi kalemşorların dediği gibi Kardinallikten papalığa terfi eden Ratzinger veya nam-ı diğer Papa XVI. Benedict bu göreve geldikten sonra yaptığı açıklamalarıyla Müslümanlar aleyhinde ilk ayrımcılık örneklerini sergilemiştir. Papa seçildikten sonra ancak ikinci kademede Müslümanlara atıfta bulunmuş ve gönüllerini almaya çalışmıştır.

II. Vatikan Konsili’nden sonra Müslümanlarla diyalog bahsinde Katolik Kilisesi içinde üç akım belirmiştir.

BİRİNCİSİ: II. Vatikan Konsili kararlarına sahip çıkarak diyaloğun serpilmesine ve sürdürülmesine kani ve taraftardır. Diyalog zemininin geliştirilmesini savunmaktadır.

İKİNCİSİ: Diyaloğun dinin özüyle alakalı değil de dünyevi ve ahlaki işbirliği alanlarıyla sınırlı olması gerektiğini savunun grup. Benzeri bir grup Müslümanlar arasında da vardır ve diyaloğun dinler arasında değil dindarlar arasında olduğunu vurgulamaktadır.

ÜÇÜNCÜSÜ: Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında faydalı bir diyaloğun gerçekleştirilemeyeceğini öngörür.6 Özellikle İslâm dünyasında azınlık durumunda olan bazı mahalli kilise liderlerinin bu görüşte olduğuna dair iddialar var. Lakin II. Vatikan Konsili’nde Müslümanlar için de kurtuluş kapısının açık olduğunu savunan grup buydu. Ratzinger papa olmadan önce üçüncü grupta yer alıyor ve klasik biçime uygun olarak yegane kurtuluşun kilise içinde olduğunu savunuyordu. Bu itibarla, Katolik tabirle Ratzinger entegristtir. Ratzinger’in entegrist bir eğilim içinde olduğu inkar edilemez bir gerçektir. Entegrism başka düşünce ve inançlara hayat hakkı tanımama halidir. Engizisyon anlayışın zamanla yumuşamış görüntüsüdür. Bazı aşırı uç Müslümanlar için kullanılan bu ifade şimdi Kilise’nin başında temsil edilmektedir. Asıl çelişki de budur.

Bu durumda Müslümanların üzerine düşen görev, gizlemek ve alttan almak değil, gerçekleri dile getirmek ve İslâm’ın hakikatlarını nazara vermektir. Bunu yaparken maksat elbetteki ihtilafları artırmak müşterek zemini baltalamak değildir. Ehl-i kitabı çağırdığımız ortak söz ve nokta, teslisi bırakmaları ve zulme taraftar olmamalarıdır. Amellerine zulüm bulaştırmamalarıdır. Bugün teslis konusunda tartışmalar devam etmektedir. Yahudi ve evanjelikler ise açıkça amellerine zulüm bulaştırmaktadırlar. Bu durumda Müslümanlar tebliğle mükellef oldukları gibi onlar da, tevbeye davetlidirler. Bu manada onlarla diyaloğumuz bir nevi tebliği de içermektedir ve hilafı düşünülemez. Dinin bir kısmına inanmak bir kısmını atmak değil ortak doğruyu ortaya çıkarmaktır. Eklektik bir bütünleşme değil vahye dayalı bir biraraya gelmedir.

MİSYONERLİK VE TEBLİĞ

Hıristiyanlıktaki “misyonerlik”in karşılığı İslâm’da “tebliğ” değildir. Prof. Ömer Faruk Harman hoca da her ikisinin aynı şey olmadığı kanaatinde. Bu hususta şunları söylüyor: Misyonerlik ve tebliğ, yani İslâm’ın başka insanlara ulaştırılması farklı şeylerdir. Hıristiyanları misyonerlik faaliyetlerine sevkeden temel hareket noktası; İncil’de Hz. İsa’dan menkul bir sözdür. Bugün kanonik ve yasal olarak addedilen İncil’lerden Matta İncili’nin son bölümünde (28/19) Hz. İsa semaya uruc etmeden önce havarilerine der ki: ‘Gidin bütün milletleri Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına vaftiz edin. Onları şakirt edinin, taraftar edinin ve onları vaftiz edin…’ İşte misyonerlerin temel hedefi bütün insanları Baba, Oğul ve Kutsal Ruh adına taraftar edinmek ve onları vaftiz etmektir. Bir insanın vaftiz edilmesi demek, onu mutlaka Hıristiyanlaştırmak demektir. Çünkü vaftiz Hıristiyanlığa girişin bir sembolüdür, bir işaretidir. Demek ki misyonerlikte hedef karşı tarafı mutlaka Hıristiyanlaştırmaktır. İslâm’da tebliğin hedefi ise İslâmi hakikatleri, ilahi vahyi duymamış olanlara bunu bilmeyenlere sadece duyurmak, tebliğ etmektir. Sonucuna karışmamaktır. Yani ne yapıp edip onu illa Müslüman yapmak değildir. İslâm hakimiyetinde kalan nice yerlerde Ehl-i kitap dediğimiz Yahudiler, Hıristiyanlar ve öteki din mensupları ‘La ikrahe fiddin’ dinde zorlama yoktur prensibi gereği, zorla Müslüman yapılmamışlardır.

Bunun en can alıcı örneği Medine’de Peygamberimiz döneminde yaşanmıştır. Güney Arabistan’daki Necran bölgesinden gelen o kalabalık heyet Medine’de Mescid-i Nebevi’de Peygamberimizle görüştüler, tartıştılar. Hz. İsa konusunda, Hz. Meryem konusunda karşılarında Allah’ın Resulü varken, o vahiy alıyorken tartıştılar. Yine o tartışmalar çerçevesinde Al-i İmran Suresi’nin ilk 80 ayeti nazil olmuş iken, O gelen Necran heyeti Müslüman olmadı. Onlar Hıristiyan olarak memleketlerine döndüler. Yani bizde tebliğin hedefi ne yapıp edip zorla karşı tarafı Müslüman yapmak değildir. Aklına ve gönlüne iman için bir pencere açmaktır.

Peygamberlerin görevi de apaçık tebliğ etmektir. Ta ki inanan açıklıkla ve inanmayan da açıklıkla inanmasın. Kur’an-ı Kerim’de ifade edildiği gibi: “Bizim üzerimize düşen apaçık bir tebliğdir…” Bir Müslüman İslâmi hakikatleri karşıya tebliğ edecek, artık onun İslâm’ı kabul edip etmemesi bir hidayet meselesidir. Kendi hür iradesiyle vereceği bir karardır. Çünkü dinin seçiminde İslâm insanlara hürriyet tanımıştır.7 Bu manada Hıristiyanlık içinde aksini iddia etseler de dini özgürlük yoktur ama İslâmiyet’te vardır. Hıristiyanlar hariçte Haçlı savaşları yaparken içeride de engizisyon mahkemeleri ve darağaçları kurmuşlardır. Batı’da laikliğin ve dinsizliğin gelişmesinin en önemli nedeni bu iki faktördür. Misyonerliğin hedefi, ne yapıp ederek karşı tarafı Hıristiyanlaştırmaktır. Bunun en mükemmel örneği; en büyük misyoner olan Pavlus’tur. Pavlus’un bugün Hıristiyanlarca kutsal kabul edilen yeni Ahit külliyeti içinde Korintoslulara gönderdiği birinci mektup var. O mektupta (9/19-22) Pavlus şöyle diyor: “Çünkü herkesten azat iken, daha çok adam kazanayım diye kendimi herkese kul ettim. Ve Yahudileri kazanayım diye Yahudilere Yahudi gibi davrandım. Kendim, şeriat altında olmadığım halde, şeriat altında olanları kazanabilmek için şeriat altındaki biri gibi davrandım. Allah’a karşı şeriatı olmayanlardan değil, ancak Mesih’in şeriatı altında olarak, şeriatı olmayanları kazanayım diye, şeriatı olmayanlara, şeriatı olmayan biri gibi davrandım. Zayıfları kazanayım diye zayıflarla zayıf oldum, her surette başkalarını kurtarayım diye, herkese her şey oldum…” Hıristiyanlıktaki enkültürasyon anlayışı temelini buradan almaktadır. Şüphe yok ki, enkültürasyon bir çeşit takiyyedir. Yahudilerin Ferisi koluna yakın olan Pavlus’un bu akidesi şaşırtıcı değildir. Oradan da Hıristiyanlığa bulaşmıştır. Samimiyetsiz bir anlayıştır. Burada, misyonerliğin tamamen bir ikiyüzlülüge dayandığı görülmektedir. Sabık Papa John Paul’un dünyayı gezerken sergilediği tutum ve her gittiği ülkenin toprağını öpmesi de Pavlusvari bir misyonerliğin tezahürü olsa gerektir. Bu meyanda John Paul 1999 Noel’inde şöyle bir söz sarfetmekten kendisini alamamıştır: “Birinci bin yılda Avrupa’yı Hıristiyanlaştırdık. İkinci bin yılda Amerika ve Afrika’yı, üçüncü bin yılda da hedefimiz Asya’nın vaftiz edilmesidir…”

Avrupa’yı merkez olmaktan çıkarmalarına rağmen hala onların nazarlarında, Avrupa Hıristiyan bir kıta olmasından dolayı Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine karşı çıkmaktadırlar. Bu da ittifaktan değil ihtilaftan bahsetmemizi gerektirmektedir. Hıristiyanlığa göre yarı mürted bir kıta olan Avrupa hala Hıristiyanlık dürtü ve kaygısıyla Müslümanlara kapatılmak isteniyor. Bu da dinsizlik karşısında bile Hıristiyanlık taassubunun tam olarak kırılamadığını ispat etmektedir.

Kenya eski başbakanlarından birisinin bir sözü gerçekten de manidardır: “Hıristiyanlar bizim ülkemize girdiklerinde, onların elinde İncil vardı. Bizim de topraklarımız vardı. Şimdi İncil bizde, topraklar ise onlarda.” Misyonerliğin hedefi, sadece dini yaymak, belli bir dini telkin etmek veya karşı tarafı Hıristiyanlaştırmaktan ibaret değildir. Her misyoner, hangi ülkeye, sisteme, rejime, hangi millete mensupsa aynı zamanda o ülkenin, o milletin ve o devletin bir ferdidir. Dolayısıyla o ülkenin, o devletin menfaatlerini koruyacaktır, kollayacaktır. Onun için Batı’da misyonerleri sadece Kilise örgütlemez, teşkilatlandırmaz. Aynı zamanda bunlar devlet tarafından da yardım görür. Çünkü misyonerler işgal kuvvetlerinin öncü birlikleridir. Veya manevi birlikleridir. Misyonerlerin hedefi Pavlusvari ne pahasına olursa olsun, takiyye pahasına bile olsa karşı tarafı Hıristiyanlaştırmaktır. Dolayısıyla misyonerler teslis inancı gereği esasatta hatalı oldukları gibi takiyye prensibi gereği usul ve metodda dahi kusurludurlar. Misyonerlik yaparken istismar ediyor, bunu yaparken kandırıyor, karşı tarafın kutsal değerlerini çarpıtıyor, tezyif ediyor. Yoksa misyonerliği din ve vicdan özgürlüğü kapsamında değerlendirmek mümkün. İnsan istediği inancı hürce seçebilsin. Seçtiği inancı öğrenebilsin, yaşayabilsin, hatta telkinini yapabilsin. Bu din ve vicdan hürriyetidir. Ama misyonerin yaptığı bununla sınırlı değil. Onlar misyonerlik yaparken İslâmiyet’i tezyif etmek ve kemalatından soyundurmak mecburiyetindedir. Aksi halde muratlarına eremezler. Öyleyse misyonerlik baştan hakaikle çatışıyor. İslâmi hakikatleri veya gerçekleri çarpıtmak suretiyle ancak kendi haklılığını ortaya koyabilir. Yoksa bir Müslüman ülkede Hıristiyan misyonerliği yapan birisine bir Müslüman’ın ‘Hz. Muhammed’in neyi eksik ki, sen bana Hıristiyanlığı telkin ediyorsun?’ diye sorma hakkı var. Misyonerlerin, İslâm ülkelerinde Hıristiyan misyonerliği yapmaları gerçekten de zor. Bir Müslüman’ın Hıristiyan ülkesinde İslâm’ı tebliğ etmesi kolay. Zira ortak temel var. İncil’i bozulmamış haliyle kutsal kabul ediyoruz. Hz. İsa’yı Peygamber biliyoruz. Evrensel-cihanşümul ahlak umdelerini kabul ediyoruz. Ama bir Hıristiyan bir İslâm ülkesinde misyonerlik yaparken Kur’an ve İslâm’ı tekzip etmek zorundadır. Bu durumda, ‘Nasıl Hz. Musa’yı kabul ediyorsun da, Hz. Muhammed’i etmiyorsun. Onda olup da bunda olmayan hangi kriter var?’ diye sormak hakkımızdır.

ENKÜLTÜRASYON TARZI MİSYONERLİK

Misyonerler, Müslümanları kazanabilmek için İslâm dünyasında misyonerlik faaliyetlerini enkültürasyon perdesi altında yürütüyorlar. Teslis esaslarını Müslümanlara yabancı gelmeyecek şekilde anlatıyorlar. Hıristiyani fikirleri İslâm kültür kavramlarına giydirmek suretiyle Müslümanlara aktarmak… ve bu durumda Müslümanlar kendilerine aktarılanları garipsemiyor, yabancılık çekmiyor. Sözgelimi, Allah diyor, peygamber diyor, ayet diyor, sıfat diyor. Onlara, ‘teslis nedir?’ diyorsun, ‘Allah’ın sıfatlarıdır’ diyor. Allah’ın öyle sıfatı olur mu? Konunun uzmanı olmadığından bu kaçamak cevaplardan Hayrettin Karaman da etkilenmiş. Dinlerarası Diyalog Nedir? başlıklı kitabında şöyle diyor: “Pek azına da olsa, bu çeşit toplantılara ben de katıldım. Bunlardan biri, iki yıl kadar önce Avustralya’da yapılmıştı; dört Müslüman ile çeşitli oturumlarda sayıları değişen Hıristiyan din ve ilim adamları vardı. Tebliğler sunuldu, müzakereler yapıldı, bazı sonuçlar elde edildi. Bunlar arasında İslâm’a aykırı olan bir sonuç yoktu; biz dinimizi anlattık, onlar da dinlerini anlattılar; biz tevhitten asla taviz vermedik, ama onlar teslisten hayli taviz verdiler; Allah’ı bir bildiklerini, diğerlerinin O’nun sıfatları gibi olduğunu açıkça söyleyenler oldu.”8 Ekanim-i selase, yani teslisi tasrih etmeden Hazreti İsa’ya Allah’ın bir tecellisi deselerdi elbette kabule şayandı ama teslisi tahsis ederek Allah’ın sıfatları olarak görmeleri kandırmaca veya en azından tevhide muhalif yorumlarından birisidir. Bunları kullanınca Müslüman’ın tepkisini azaltmış oluyorlar. Asıl yaptıkları nedir? Asıl yaptıkları insanlarımızı Hıristiyanlaştırmaktan ziyade misyonerlerin başarılı oldukları nokta, insanları dinden ve kutsal değerlerden soğutucu ve uzaklaştırıcı olmaları, dine ve dini değerlere karşı insanı adeta kaygısız, endişesiz, ilgisiz bir noktaya taşımalarıdır. Dini coşkuyu öldürmeleridir. Asıl o bağı kopardığınızda etkili olursunuz. Enkültürasyon yoluyla akültürasyonu (yani kültürel yabancılaşmayı) sağlıyorlar. Bu ise felaketin ta kendisi!

MİLLETLERİ AYAKTA TUTAN DİNDİR

Bizi biz yapan, bizi ayakta tutan, dini ve milli değerlerimizdir. Buna sahip olduğumuz sürece biz varız. Başka bütün milletleri de millet olarak ayakta tutan onların dinleridir, kiliseleridir. Kendimizi inkar etmenin manası yok. Prof. Oktay Sinanoğlu bu hususta Amerika’da yaşadığı tecrübelerini dile getirir. Türklerin dağınıklığını, bir manevi eksen etrafında toplanamamalarına bağlar. Rumları ve Ermenileri ise ayakta tutan kiliseleri ve önder din adamlarıdır. Öyleyse dini referansımız ve bu referansı temsil eden müesseseler olmadan ayakta kalamayız.

Son olarak ağyara karşı ilkemiz birlik ve dirlik olmalıdır. Bu konuda en muşahhas örneği Hz. Muaviye ile Hazreti Ali arasında niza olduğu sıralarda Bizans’ın tazyikleri üzerine Hazreti Muaviye’nin Bizans heyetine söyledikleridir: “En küçük hareketiniz halinde ben hasmım olan Ali ile derhal barışır ve onunla birlikte size karşı hareket ederim. Onun için sizin tehditlerinize kulak asmayız…” İçeride uygun bir ortam olmadıkça dışarıdan Müslümanları yıkamazlar. Bugün de Ortadoğu’da Müslümanları Müslümanların eliyle yıkıyorlar. Sonra da emellerine nail oluyorlar. Hayati durumlarda dahi olsa niza ve ihtilafları bırakarak ortak düşmana karşı mukabele etmeliyiz. Bizim ilk ittifak çemberimiz Müslümanlardır. Bu sağlandığında herkes bize dostluğunu arzedecektir. Öyleyse, birinci önceliğimiz, iç cephenin takviyesi olmalıdır.

——————————————————–

1- “Yirminci Lem’a”, Lemalar, Yeni Asya Yayınları, s.375.

2- “Ma ubihe liddarureti yetekadderu bikadriha”, Telhis-i Kavaid-i Külliye, s.47.

3- Prof. Dr. Şamil Dağcı, İmam Şafii, DİB Yayınları, s.63.

4- Sözler, Yeni Asya Yayınları, s.1214.

5- El-İmam Emced İbni Muhammed Said ez-Zehavi, el-Mahad el-Alemi Lilfikr el-İslâmi, s.255.

6- Alexi Joravski, el-İslâm ve’l-Mesihiyye, Alemü’l-Marife, Kuveyt, s.151-152.

7- Yüzakı, Haziran 2024, s.37.

8- Hayrettin Karaman, Dinlerarası Diyalog Nedir?, Ufuk Kitapları, s.12.

Leave a Reply

You must be logged in to post a comment.